Bu bayram, bayramın ilk gününü ziyaretlere, sonrasını ise tatile ayırdık. Eskiden, üç gün tatil gördük mü, arkamıza bakmadan şehri terkederdik. Şimdi ise, yaşlandık mı nedir, bir kaç el öpmeden gitmek içimize sinmiyor. Yakında “Aaaah, nerede o eski bayramlar?” diye iç geçirmeye başlarsak şaşırmayacağım.
Bayram sabahı, Rüzgar’ı bırakacak yerimiz olmadığı için, onu da kabristana götürmek durumunda kaldık. Eşimin güzel ve zarif halasını kaybedeli çok az zaman olmuştu ve ben mutlaka ona dua etmek istiyordum. Yoldayken Rüzgar’ı elimden geldiğince olaya hazırlamaya çalıştım. “Rüzgar’cım, şimdi bir sürü ağacın olduğu bir yere gideceğiz. Orada sessiz ve sakin olmaya çalışacağız tamam mı?” dedim. Rüzgar gayet umursamaz bir tavırla, olayı irdelemeden “Tamam” dedi. Ama kapıdan girer girmez içerideki farklı atmosfer onu etkilemiş olmalı ki, “Anneee, burada uyuyan mı var ki yavaş konuşuyorsunuz? Anneeee bunlar neee? Anneeee neden su döküyolarrr?” diye makinalı tüfek gibi arka arkaya sorularını sıralamaya başladı. “Kimse uyumuyor canım, burada saygılı olunması gerekiyor” dedim. Bir kitapta, kaybedilen yakının ölümünü çocuklara anlatırken asla gündelik yaşama dair örnekler verilmemesi gerektiğini okumuştum. Ölüme uyumak denirse uyumaktan korkabilir, ölen kişi için yaşlandı ve öldü denirse, çevresindeki tüm yaşlıların öleceği endişesini taşıyabilir, hastalandı denirse, hastalıklardan, doktorlardan korku duyabilir diye… Bana da mantıklı geldiği için, doğaçlama bir şeyler söyleyecektim.
Rüzgar : (Mezar taşlarını göstererek) Annee, burda ne var?
Ben: Rüzgar, akvaryumda ters dururken bulduğumuz balığı hatırlıyor musun?
Rüzgar : Eveett, ölmüştü, nefes almıyodu.
Kayınvalidem: (Fısıldayarak, dişlerinin arasından) Fazla açıklama yapmaaaa
Ben : (Fısıldayarak, dişlerimin arasından) Yapmicam yapmicam.
Rüzgar: Eee anne?
Ben: İşte ölenler (nedense insanlar demekten kaçındım) böyle yerlerde olurlar. İsteyenler de gelir, onlara dua eder.
Biz, kayınvalidemle, neyi nasıl söyleyeceğiz diye deveye hendek atlatırken, halamızın mezarına vardık. Tam Rüzgar’ı alıp biraz uzaklaşıyorduk ki, benim sevgili kocam, zart diye İşte Rüzgar, büyük halan burada yatıyor demesin mi? Haydaaaa. Neyse ki pek anlamadı, bir hareketlenme oldu, bizimki başka tarafa yöneldi. Ben Rüzgar’ı alıp bir köşede oyuncaklarıyla oynatırken ailemiz dualarını ettiler. Fakat son anda istemediğim oldu, Rüzgar dedesini ağlarken gördü ve çok üzüldü. Normalde pek sokulgan olmadığı halde dedesine sarıldı, yanağından öptü. “Anne, dedem neden ağlıyor” diye sorduğunda “Üzgün olduğu için” dedim. Başka da bir şey sormadı.
Aslında az sonra yazacaklarımı anlatmamaya karar vermiştim ama çok etkilendiğim için paylaşmak istiyorum. Orada, kenarda dururken, ellerinde rengarenk balonlarla, oyuncaklarla bir aile geldi. Balonları mezar taşına bağladılar. Sanki tüm ziyaretçilerde sessizlik oldu aniden. “Yoksa… yoksa çocuk mu?” diye düşünürken Rüzgar’ı yanlarına çağırdılar. İzin verdim, gitti. Aralarından yaşlı bir amca, Rüzgar’a çikolata verdi. “Biliyor musun, burada bir ağabey var, sana bunları göndermiş” dedi. Çikolata ve şeker ikram edip, Rüzgar’ı öpüp, ona özlemle sarıldılar. O anda, kayınvalidemin, benim ve eşimin kuzeninin gözlerinden yaşlar boşandı. Rüzgar, uzunca süre, sessizce o ailenin yanında oturdu. Yaşadıkları derin acıyı hissettiğinden, orada bir meleğin yattığını anladığından eminim. O anda, kafamdan hızla alt-üst solunum yolu enfeksiyonları, tuvalet eğitimi, iki kaşık fazladan yemek yedirmek yüzünden çektiğim /çektirdiğim sıkıntılar geldi. Derin bir nefes aldım ve sıkı sıkı sararak kokladım oğlumu. Gelsin hayat bildiği gibi, yeter ki gelsin…
* Aynı adlı şarkıdan…
Söz: Sezen Aksu & Ceza • Müzik: Herman Muurlink & Ayhan Sayıner