Bazen writer’s block denilen rahatsızlığa kapılıyorum. Writer’s block durumu, genelde kendini haddinden fazla kritize eden yazarlarda, yeni bir şey yazamama halinin verdiği baskı olarak açıklanabilir. Kaba tabirle, af buyurun, yaratma kabızlığı da denilebilir 🙂 Dünya Tiyatro Tarihi ve Kuramları hocamız Prof. Dr. Murat Tuncay şöyle derdi: “Sanırım dünyada hiç kimse kendini, önünde boş A4 kağıt ve elinde kalemle bekleyen bir yazardan daha zavallı hissetmez”
Çalakalem yazabilen insanlara çok özeniyorum. Ne meslek hayatımda, ne de blog yazarlığında, çalakalem yazı yazıp aynı anda müşteriye gönderdiğimi veya yayınladığımı hatırlamam. İlla on kere kontrol edeceğim, biraz dinlendireceğim, sonra yeniden okuyacağım falan… Bu kadar düşünme-taşınmaya, gören de ortaya Puslu Kıtalar Atlası falan çıkacağını sanacak ama ben böyleyim işte, ürünümüz ortada 🙂
Şansıma, ne zaman tıkansam mutlaka biri mimler beni. İyi ki de mimler. Çünkü o zaman ayıp olmasın diye ıkınsam da sıkılsam da yazmak zorunda kalırım. Geçenlerde No:27 beni dürtme eylemini gerçekleştirmiş, “sıradan bir gününü anlat” demiş. Gerçi daha önceden yazdığım “Hay ben bu modern ebeveynliğin” başlıklı yazımda muhteşem sabahlarıma değinmiştim ama tüm günümü anlatmamıştım.
Sabah 6.30’da kalkıyorum. Kendimi topluyorum, gece bomba düşen yatak odamızı toparlıyorum, Rüzgar’ın çantasını kontrol edip eksiği varsa gideriyorum, sonra asıl mesai başlıyor: Rüzgar Efendi’yi uyandırma savaşı. O esnada, hemen hemen her annenin dramı olan “Hafta içi malayla yataktan kazıdığımız çocuklarımız, hafta sonunda neden saat 07.00’de hortlarlar?” sorusu beynimi kurcalıyor. Güç bela uyanıyor, artık o günkü mooduna göre ya bana eziyetlerden eziyet beğendiriyor ya da tatlı tatlı konuşan, kendi kendine giyinen, sohbetine doyulmayan Caillou gibi bir şey oluyor. Servise bindiriyorum. Derin bir nefes alarak benim deyimimle yürüyüşe, kocamın deyimiyle, “salak salak etrafa bakıp dalın, çiçeğin fotoğrafını çekmeye” gidiyorum. 15 dakika hafif, 30 dakika tempolu olmak üzere yürüyüş yapıyorum. Bazen son 1 kilometreyi koşuyorum. (Sevgili kocam, fotoğrafları gidiş yolunda çekiyorum, dönüşte değil 🙂 )
Yürüyüşü bitirip eve geliyorum. Yeni macera başlıyor: Ümit’i uyandırma faslı. O arada tostunu hazırlıyorum. Çeşitlilik olsun diye her gün kahvaltısını farklı şekilde hazırlamaya çalışıyorum. Ne yapacağıma yürüyüş sırasında karar veriyorum.
Ümit de gidiyor. Ev bana kalıyor. Kahvaltımı ederken bir yandan Instagram’a o gün çektiğim fotoğrafı yüklüyor, bir yandan da acaip eğlenerek The Real Housewives of Atlanta‘yı izliyorum. Kocam “bu sığ şeyden nasıl zevk alabiliyorsun?” diye şaşırsa da ben insanları gözetleme merakım yüzünden gayet de severek izliyorum.
Sonra etrafı toplama, biriken ev işleri, annemle telefonda konuşma, mailleri kontrol, biraz Facebook, biraz IG, arkadaşımla WhatsApp’ta çene çalmak gibi gündelik rehabilitasyonlarımı gerçekleştiriyorum. Ardından kendime çeki-düzen veriyor ve bilgisayar karşısına geçip işime odaklanıyorum (Bodrum’a taşındığımızdan beri evden çalışıyorum). 15.00’e kadar çalışıyor, sonra yemeği yapıyorum. 17.00’de Rüzgar geliyor ve evdeki yalnızlığım sona eriyor. Rüzgar 19.00’da akşam yemeğini yiyor. Eşim bazı günler işi, bazı günler de toplantıları nedeniyle (Toplantı=Pinpon maçı 🙂 ) geç geldiğinden birlikte sofraya oturma lüksümüz ne yazık ki yok. 20.30’da Rüzgar’ın babasıyla akşam rutini başlıyor. Biraz oyun, diş fırçalama, pijamaları giyme vs… İki yaşından beri, eğer evdeyse, bunları babasıyla yapıyor Rüzgar. Sonra ben yanına yatıyorum, kitap okuma ve biraz sohbetin ardından ver elini uyku…
“Peki Bodrum’da yaşamak nasıl” mı dediniz?
Bilmem… Siz Bodrum çarşısına bir senede kaç defa gidiyorsanız, ben de o kadar gidiyorumdur işte 🙂
Klasik kuralım bu mimde de geçerli: Yani, bu yazıya yorum yapan herkes, mimlenmiş sayılıyor, bilgilerinize!
Rüzgar’in odasına bir radyolu çalar saat koymayı öneririm. Klasik müzik calan bir radyo istasyonuna ayarlarsan hem keyifli bir müzik doldurur odayı hem de uyandırır herkesi… Bırak alışana kadar bir kaç gün gec kalsin okula.. 🙂 Kendi sorumluluklarını öğrenme zamanı gelmiştir artık sanıyorum.
Doğduğundan beri klasik müzikle uyurdu. Bu sene kendi isteğiyle “Unforgettables” serisine geçti. Sabahları kalkacağı saate de ayarladım sevdiği müzikleri, daha da derinleşti uykusu. Sevdiği pop müziklere ayarlamayı denedim bu defa da sinirleri bozuldu çocuğun sabah sabah 😀 Kendi sorumluluklarını öğrenme zamanı geldi, kesinlikle. Seneye birinci sınıf olacak. Yazın kampa sokmayı düşünüyorum 🙂
seviyorum seni okumayı gülüm bülbülüm… buradan bakınca süper hayat bundan ötesi şamda kayısı.. kırkbin kere maşallah…
Sağol canım benim. Sıradanlığı özlüyor insan. Çalkantısız hayat ne büyük nimetmiş meğer (dilimi ısırayım da 🙂 ) Darısı başınıza inşallah!
Rutinleri o kadar seviyorum ki bayıldım her güne rengarenk açabilmene… Çan’dan kucak dolusu sevgiler…
Canımm, bizden de sevgiler…
ben de fena tıkanık vaziyetteydim iyi geldi :)) yazılarını okumak bir zevk 🙂
Teşekkürler! Haydi, bekliyorum merakla 🙂
Ben de yeni yazı bekliyorum bekaranne’den 🙂
Migros ha! Hahahahha 🙂 Ama çarşıya da çık, inciğin boncuğun, taptaze domatesin fotoğrafını da çek. Bir de Klasik Bodrum fotosu nedir? Bil bakayım? Söyleyeyim; Tabii ki kabak çiçeği dolmasının resmidir. Tiz öğrenilip yapıla, fotoğrafı çekile! 🙂
Bu arada seni Facebook’tan takip edemez miyim?
Ahahah! Kabak çiçeği tabii, yanında da bir kadeh rakı 😀
Sana Facebook’dan arkadaşlık teklifi yolladım…
Bir nevi ev kadını olmuşsunuz ama Amerikanvari bir ev kadını,reality show izlemeler falan 😀 ben de rupaul’s drag race’i çok takip ederdim ama bitti 😛 mim’i aldım ayrıca,ben de kaçtır bir şey yazmıyordum 😀
Oleyy 🙂 (Desperate Housewife olmama değil tabii, mimi almana)
ya ben öyle demek istemedim 😀 desperate değil ama housewife 😀