Senegalli bir kız… 25 yaşında. Altıncı çocuğunu doğurmak üzere, doğum merkezine gidiyor.
Yürüyerek.
Tek başına.
Sancısı var ama sorun değil, 25 yaşında bir kızın, 14 yaşında evlenip, her sene bir çocuk doğurması doğal bir durum olarak görülüyor onun kültüründe.
Ebeler paslı bir sedyeye yatırıyorlar onu. Arada gelip açılma var mı diye bakıyorlar. Onun dışında yalnız. Bundan başka bir müdahalede bulunmuyorlar. Belgeselin sunucusu soruyor “Nasıl dayanıyorsunuz? Hiç bağırmadınız?” “Bizim kadınlarımız dayanıklıdır” diyor, “Bu kadar acı bize bir şey yapmaz”. Doğum bitince, bir zahmet, baba geliyor. Hemen cinsiyetini soruyor (Ultrason olmadığı için, cinsiyeti doğumdan sonra öğrenebiliyorlar). Erkek olduğunu öğrenip seviniyor.
Bizler, (Çoğumuz) hem fiziksel hem de manevi anlamda, daha steril şartlarda anne olduk. Arada sıkıldık, bunaldık ama en azından paslı sedyede yatmadık, itilip kakılmadık, doktor yüzü görmediğimiz bir hamilelik yaşamadık.
Kendime karşı hep serttim ama özellikle anne ve eş olduktan sonra o kadar yüklenir oldum ki kendime… Ne zaman bunalacak olsam “Buna hakkın var mı” diyorum, “Böyle söylenmeye? İnsanlar hangi şartlarda yaşıyor, ne savaşlardan geçiyorlar. Sen, yok hayallerini gerçekleştirememişsin, dilediğince üretememişsin, yok hedeflerine ulaşamamışsın, mesleğinde dilediğin noktaya gelememişsin diye, full-time annesin diye, part-time annesin diye… yok bilmem ne diye, memnuniyetsizlik yaşama lüksün var mı?”
Size bir şey söyleyeyim mi?
Var.
Bu düşünce tarzı tam bir saçmalık! Ve bizi asıl yiyip bitiren bu. Tatminsiz damgası yememek için tutuyoruz kendimizi, duygularımızı maskeliyoruz, sabrımız tükendiğinde, belli etmeyelim diye kendi kendimizi yiyoruz, düşsek de, kalksak da yaşam enerjimiz hep yerindeymiş gibi davranıyoruz.
Seni, sevdiğin adamın bir iması darmadağın eder, bir başka kadını, zamanında meyve vermeyen ağaçları. Sen çocuğunun motor gelişimini gereğince destekleyemediğini düşünüp üzülürsün, o daha çocuk yaşında evin küçük annesi olacak kızını.
Herkes kendi gerçekliğinde yaşar… (Tabii duygusal anlamdaki gerçeklikten söz ediyorum, başka bir ülkedeki sert koşulları, ülkemizle karşılaştırıyor değilim). Kanadı kırık hayalleri de acıtabilir insanın canını, hem de tahmin edilemeyecek kadar…
Sık sık seminerlere katılıyorum. Ne görüyorum biliyor musunuz: Sürekli, nerede yanlış yaptığını sorgulayan kadınlar (Onlardan birisi de benim). Oysa ki hepsi öyle değerli, öylesine gözleri parlayan, sevgi dolu anneler ki… “Neden bu kadar acımasızız kendimize?” diye düşünüyorum, “Mutsuzluklarımızı, gözyaşlarımızı, hayal kırıklıklarımızı bile reddeder olmuşuz. Tek derdimiz çocuklarımızmış gibi, hiç yorulmamışız, hiç kırılmamışız gibi”.
Şimdi kendi kendime hep şunu söylüyorum:
Ağla… Gözyaşlarını sil… İlerle.
Her şey mükemmel olmak zorunda değil.
Senegalli bir anne… Fotoğraf: Meg Hansen
Reblogged this on Bir Damla Mürekkebin Düşmüş Çalışma Masama.
Bana cok sevdigim biri “kocaman kocaman abanma kendine” demisti. Cok hosuma gitmisti. Sende kocaman abanma kendine
,iyiyiz biz…cok opuyorum
Sağolasın canım… Oluyor öyle arada 😦
olayı kadın erkek meselesine çekmek istemiyorum ama bu hep soran sorgulayan, buhranlardan buhranlara sürüklenen, ne biliyim o seminerlere katılan kadınlar di mi? Ama nedeen?
Bu arada ah bir kabul edebilsek her şey mükemmel olmak zorunda değil.
Sorunda çok haklısın. Olay kadın erkek meselesine çekilmeyecek gibi değil ki Mine… Hep kadınlar örselenen, çok istisnai durumlar dışında.
Sürekli içimizi kemiren bir mutsuzluk hissi, bir yandan da pusuda bekleyen “olanlarla yetinmeliyim,benden daha kötüleri de var” duygusu… Halbuki hepimiz insanız ve hepimizin dertleri var,endişelenmek senin de, benim de, benden sadece 6 yaş büyük olan Senegalli annenin de hakkı. Bir de ben bizim kadar “medeni” şartlarda yaşamayanlara acıyan gözle bakmabakmayı reddediyorum kendimce, o da apayrı bir kültür, apayrı bir güzellik çünkü.
Sonuç olarak üzüntü de bir duygu ve onu yaşamak da herkesin doğal hakkı 🙂
Kesinlikle sana katılıyorum. Sağlık hizmetleri yetersiz, savaşta, terör tehdidi altında vb. durumların dışında, kültürel farklılık nedeniyle kimseye tuhaf bakmanın anlamı yok. Büyük olasılıkla, şu halimizi görseler, onlar bize acırlar 🙂
çünkü biz hep “beterin beteri var, şükret” diye büyütüldük..bizden öncekiler de böyle büyütüldü..evin varsa, aşın varsa bir de başında kocan varsa şükret, daha ne istiyorsun dediler bize hep..
O yüzden de yetinmeyi öğrendik, aza tamah ettik. Bu hem iyi, hem kötü… Hırsları törpülenmiş, hedefleri minimize edilmiş bir nesiliz biz.
ben biraz düşüneyim bu konuyu izninle..
Düşün Müm’cüm, dilediğince…
Hep daha zor durumda olanı düşünmek, ne yaşarsam yaşayayım isyan etmeden kabullenmek,her olanda bir hayır aramak… Sanırım bu bnm savunma mekanizmam. Son zamanlarda epeyce düşünür olmuştum yazdıkarınızı. Denk gelmek güzel oldu.