Blogda, taslaklar klasörümde onlarca yazı var yayınlanmayı bekleyen. Kafamda da bir o kadar düşünce, plan… Ama ben gündelik yaşama karışamıyorum. Kalbim acıyor, içim kan ağlıyor. Son zamanlarda yaşananları hazmedemiyorum, “hayat devam ediyor” deniyor, benim hayatım eskisi gibi devam etmiyor, edemiyor. Hayal kırıklıkları, umutsuzluk, bıkkınlık, utanç, acı… Hepsi iç içe geçiyor.
Gözümün önüne sürekli görüntüler, yazılar üşüşüyor; İçinde kalan havayı emmek için yerin 800 metre altında, demirleri, taşları ısıran maden işçisi Cumhur, ölen babasına mektup yazan İbrahim Etem, küflü maskeler, polis tarafından itilen kakılan, acısını yaşayamayan insanlar, yeğeninin ölümünden sorumlu olan adamlardan birini savcılığa taşıyan taksi şoförünün arabayı kullanırken tir tir titreyen elleri, ucu oksijen kaynağına bağlı olmayan maskeler, inanılmaz ihmaller, bebeğine işitme cihazı alabilmek için yıllardır izin almadan çalışan, hayatı kokuşmuş bir sistem yüzünden göçük altında, yine çalışırken sona eren Şerif, devlet “büyükleri”nin, akıl sır ermez, uzlaşmaz, saygısız, küstah tavırları, firma yemek vermediği için evlerden getirilen, bir kısmını farelerin yediği yarım ekmek arası peynirler, barkovizyondan kara bedenlerin yayınlandığı teşhis salonu, vatandaş tekmeleyen danışman, ayda 1500 Lira’ya, hayvanlara layık görülemeyecek koşullarda çalıştırılan, daha fazla para, daha fazla sömürü için avurtları çökmüş, kavrulmuş yüzler, acılar acılar acılar… Başbakan “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” derken ben anlıyorum ki bazı şeyler benim fıtratımda yok. Alıntılarken utanıyorum, susamıyorum, unutamıyorum, kanıksayamıyorum, dehşete düşüyorum, boğazım düğümleniyor. Hiçbir şiir, hiçbir “özlü söz”, hiçbir kampanya umut vermiyor, Soma’ya gidip bol filtreli fotoğraflar çekip, fotoğrafları iki Orhan Veli satırıyla süsleyen kuru karabalık, twitter’dan, Instagram’dan akıtılan gözyaşları, acımı hafifletmiyor.
Hafta sonu, annemin evinde, babam “içeride” iken birbirlerine yazdıkları mektupları okuyorum. Annem “Bu özlem ne zaman bitecek?” diye soruyor. Babam cevap veriyor: “Emoşum, seni deliler gibi seviyorum. Ama sabredeceğiz. Çünkü… Memleketimi de çok seviyorum”
Unutmaların memleketinde yaşıyoruz babacığım. Ben de ülkemi seviyorum. Ama o beni seviyor mu, pek emin değilim…
Bir daha ne zaman sabah güneşi mutluluk doldurur içime, yeni yıkanmış çamaşır kokusu ne zaman yaşama sevinci verir, ben ne zaman eski ben olurum bilmiyorum.
Reblogged this on Babalar ve Kızları and commented:
Okumamız ve öğrenmemiz gereken bir yazı!! Elinize sağlık
Çok teşekkür ederim. “Umarım ders alırız” diyeceğim ama dersi alması gereken kişiler bizler değiliz…
Ahh Görkem , aynı hisleri paylaşıyorum . Ben bir de Manisalıyim, o acılı insanlar konuştukça sanki bizim komşular, akrabalar konuşuyor. Onların acılarına mi yanmalı , giden Canlara mi ,ülkede Hiçbir şeyin değişmiyor olmasına mi ? Zeynep için doğum günü partisi yapacaktim, kalakaldim öylece . Insanligimizdan, yaşadığımız rahat ve konforlu hayatlardan utanir oldum
Hep bir utanma halindeyiz zaten Hatice’ciğim, ağız dolusu gülmek gelmiyor ki içimizden…
Gorkem,içim titredi resmen.
😦
Sevgili Görkem
Bütün duygularımı kaleme dökmüşsün,ülkemiz bizi sevmiyormu denir yoksa başka bir adı varmı bilmiyorum,ülkemde herşey iyi olsun güzel olsun diye çok acılar yaşadık ölüm acısının dışında, babanın annene yazdığı mektuplardan beş yıl hergün yazılan dolu sandığım hiç bir şey değişmedi ve dahada kötü oldu güngün, sadece kendimizi suçluyorum teterince duyarlı olamadık işte hepsi bu , boşuna beş yıl hapiste yatmalar diyorum hep suçluyuzz tüm laik ler suçluyuz
Sevgiler
Kim suçlu bilmiyorum, bizler mi, anne-babalarımız mı…? Ama bildiğim bir şey var: Çocuklarımıza böyle bir dünya bırakmamak için elimizden geleni yapmalıyız.
Sevgiler bizden de…