Beş dakika kadar sonra o haber geldi. Hepimiz banka çöktük. Kim bilir ne acılar görmüştü, yoğun bakım girişindeki o tahta bank. Üzerine ne gözyaşları dökülmüştü… Hiç konuşamadan öylece oturup boşluğa baktık bir süre. İşlemler sırasında öğrendim ki, meğer ben koridorda koştuğum esnada doktor babama kalp masajı yapıyormuş. Ölüm saatini ilan eder etmez de, karşısında beni bulunca…
Ne tuhaf, babamın gidişinin acısını hep doktorun gözlerinde gördüğüm çaresizliğin izleriyle bütünlüyorum. O anı hiç unutmadım. O geçen üç yüz yıl artı altı senede hala gözlerimin önünde. Fayansların deseni, nefes nefese koşarken bir yandan da ayaklarımın geri gidişi… Ellerimi yanlarımda yumruk yapışım. Ağlamamak için yutkunuşum. O çirkin, beyaz floresan ışıkları, elimize tutuşturuverdikleri naylon torba.
Bugün “Babam” diyemediğim altıncı yıl da eksildi ömrümden. Ve yukarıdaki olayı ilk kez şimdi anlatıyorum. Oysa ben onu parmaklarının arasında elinden hiç düşmeyen sigarası, bıyık altından gülümseyerek bana arabanın lastiğini değiştirmeyi öğretirken, kafamın nasıl almadığına şaşarak kimya çalıştırırken, ağacı fazla budayıp çırılçıplak bıraktığı için balkonda mahçup mahçup otururken anımsamak istesem de, bazı acılar insanın peşini hiç bırakmıyor. Yoğunluğu değişiyor sadece. Hayat kısa… Hayat, gerçekten bazı şeyleri anlamak için, çok kısa…
Allah sabır versin.
Ben en çok bu büyük kayıbı Rüzgar’a nasıl anlattığını yazdığın yazıda gözyaşlarımı tutamamıştım. Kaç defa okudum o yazını hiç hatırlamıyorum.