Geçenlerde Facebook’da şu iletiyi paylaştım:
Islak ellerimi sildiğim kağıt havluyu, bir daha kullanmak için kurusun diye tezgaha serdiğime göre artık anneme dönüşme yolundaki evrimim tamamlanmıştır!
Her kız çocuğu büyüdükçe annesine benzer önermesine şiddetle karşı çıkardım oysa… Annem benim rol modelim değildi. Biz, çatışan anne-kızlardandık. Evimizden sık sık “Sen beni hiç anlamıyorsun” haykırışları yükselirdi. Arkasından çarpılan kapılar, önceleri oda kapısı, sonra, biraz büyüdüğümde de sokak kapısı. Bir dönem, kapının menteşelerinin yerinden çıktığını hatırlıyorum:)
Zaman geçtikçe, ben kendi karakterimi var etmeye çalışırken annemin ne büyük fırtınalarda, dümeni sağlam tutmak için çabaladığının farkına vardıkça yaptıklarımdan utandım. Asi bir kızdım. Zordum. Keskin ve inatçıydım (Hala öyleyim) Şimdi, anne olduğumdan beri, sık sık aklıma gelir: Kendim gibi bir evladım olursa ne yaparım? Sonra hemen kafamdan uzaklaştırır, “Allah korusun” der, tahtaya vurup dilimi ısırırım:)
Kısacası diyebilirim ki, ben annemle gerçek anlamda bir anne-kız iletişimi yaşamanın tadına, evlendikten, hatta anne olduktan (Yani büyüdükten) sonra vardım. Onun geçtiği basamakların benzerlerini birer birer atlarken büyütüp hayat-memat meselesi yaptığım şeylerin aslında çok da önemli olmadıklarını, sağlıklı olmanın nasıl bir değer olduğunu, annem ayakta kalma, dolayısı ile ailemizi ayakta tutma savaşı verirken nasıl da anlamsızca onun ayaklarına dolandığımı anladım. Hiç mi haklı olduğum nokta yoktu? Tabii ki vardı. Ama yukarıda da yazdığım gibi hiç biri “hayat-memat meselesi” değildi.
O gün kağıt havluyu tezgaha sererken kendi kendime güldüm. Arkasından düşünmeye başladım; acaba başka neler yapıyor da anneme dönüşüyorum diye…
Esnafla yoğun diyalog halinde olmak
Allahım, annem patatesçiyle, peynirciyle, kapının önünden geçen simitçiyle canciğer kuzu sarması diye nasıl da utanırdım. Hemen hemen her ergen gibi soğuk bir kızdım. Annemin bütün mahalle esnafıyla tanış olmasına inanamaz, o sohbetini sürdürürken gözlerimi devirip öfler-pöflerdim (Ne sinir!). Şimdi ben ne yapıyorum: Bitez Pazarı’nda Rüzgar’ı yumurtacı teyzeye emanet edip alışverişimi tamamlıyorum 🙂 Hemen hemen tüm alışveriş yaptığım yerlerdeki çalışanları (Büyük marketler dahil) ismen tanıyor, çocukları hangi okula gidiyor, eşleri ne iş yapıyor, maaşlarına zam aldılar mı biliyorum. Yine de annemin sucuya telefon açıp, “Suyu getirirken bakkaldan bir de kahve alır mısın sana zahmet” noktasına ulaşamadım, sanırım asla da ulaşamam:)
Yalan söylemek
Kötü bir başlık oldu farkındayım ama annem bize sık sık yalan söylerdi (Hala da söylüyor). Aslında iyi değilken “Çok iyi, her şey harika” der, hastayken turp gibiymiş rolü yapar, boğazı düğüm düğüm olmuşken gözyaşlarını içine akıtır, bize hep gülümserdi. Şimdi aynı şeyi ben yapıyorum. Çok iyiyim, güçlüyüm, kimse beni yıkamaz diye o kadar rol yapıyorum ki, sonunda kendimi bir şekilde kaptırıyorum.
Ağrı eşiğinin klinik açıdan tehlike yaratacak derecede yüksek olması
Annem, kalp krizi geçirdiği anda yazlıkta kağıt oynuyormuş. Kendinden geçmek üzere olduğunu fark etmiş ama arkadaşlarının keyfini kaçırmamak için ağrıya dayanmış. Sonra kendisini koroner yoğun bakım servisinde bulmuş.
Ben de “hafif sancım var, mercimek çorbası gaz yaptı heralde” dediğim akşamın gecesinde, 32. haftamda doğum yaptım hatırlarsanız:) Annemin zoruyla hastaneye gittiğimizde NST’ye bağlanınca çıktı ak koyun, kara koyun 🙂 Oğlum o kadar sıkıntıda olmasaymış, doğumumu sezaryene gerek kalmadan yaparmışım mis gibi.
Takıntılı mükemmeliyetçilik
Çat kapı olaylar, sürprizler hiç bize göre değildir. Son dakika golleri resmen hasta edecek ölçüde rahatsız eder. Günlük yaşamayı, anın tadını çıkarmayı bilmez, doğaçlama takılmayı sevmeyiz. Yemeğe önemli misafir mi çağırılacak mesela, bir hafta öncesinden menü, servis seçimleri, sofra düzeni, misafirin check-in, check-out vakitleri belli olmalıdır. Servis su gibi akmalı, mutfakta son anda telaş yaşanmamalıdır. Ne kadar anlamsız değil mi? Yazarken benim bile içim sıkıldı.
Konuşmak… Haddinden fazla konuşmak.
Babaannem bizi yoklamak için aradığında, hedeflendiği olaya göre arayacağı kişileri seçer. Eğer canlı bir ses duymak istiyorsa beni, gülmek istiyorsa Rüzgar’ı, detay istiyorsa annemi arar. Anneme bir şey sorduğunuzda emin olun Adem’le Havva’dan başlayacaktır. Gerçi bu arada bazen ayar kaçtığından asıl noktayı atlar ama aklınızın alamayacağı kadar ayrıntıyı bir telefon konuşmasında edinmiş olursunuz.
Ben telefon sohbetini pek sevmem ama karşılıklı konuşmalarda ve yazarken gerçekten bazen kendimi durduramıyorum. Arada, boğazım falan kuruyor, o derece…
Kendini yeterince önemsememek
Bu da iyi bir şey değil. Ama ne yazık ki annemden almışım. Eğer siz de gerçekten kendinizi önem sırasında sonlara koyanlardansanız, ne demek istediğimi çok iyi anladınız.
Çocuğuna aşırı düşkünlük
Bizim ailede çocuklar pek fazla övülmez. Ailemizde kimsenin çocuğunu “Prensim, prensesim” “Allah özene bezene yaratmış” diye sevdiğini ya da “Biliyor musun teyzesi, bizimki bilmem ne sınavında ikinci oldu” diye konuştuğunu duymadım. Ben de öyleyim. Ama çocuksuz hayattan yeterince zevk alamama durumu annemden bana geçmiş. Rüzgar olmadan tatil yapmayı istemiyorum mesela. Ona olan özlemim bir yana, gördüğüm her şeyde onu hatırlayacağımdan, “şimdi yanımda olsaydı, şurada şunu yapardı” diyeceğimden, tatili kendime zehir edeceğimden adım gibi eminim.
Anne olduktan sonra annem sık sık bana “Ben ettim, sen etme. Kendine, kocana özel zamanlar yarat” dediyse de, açıkçası bu konuda da henüz başarılı olamadım.
Evham kavramına yeni anlamlar kazandırma
Biz, anne-kız sabahları uyanırız ve ilk iş kendimize endişelenecek yeni bir şey buluruz (Kendimiz dışında, kendimizi önemsemeyiz, bakınız beşinci madde) Eğer o gün için yeterince endişe kaynağı yoksa, kurar, yaratırız. Sonra kurduğumuz olmamış şeye inanır, misyonumuzu tamamlarız.
Bir de anneme hiç benzemediğim, hatta yanından bile geçmediğim detaylar var. Mesela;
Ayarsız enerji
Annem (Maşallah diyelim) bir enerji yumağı gibidir. Kardeşimin düğün zamanı, bilirsiniz o zamanlar nasıl da koşturmacalıdır, annem patlamış mısır gibi bir o yana bir bu yana fırlıyor, oturduğunda bile rahat durmuyor “ne yapalım, ne planlayalım” diye bizi taciz ediyordu. Sonunda kardeşim dayanamadı ve ciddi ciddi anneme şunu sordu “Anne, doğru söyle… Performans artırıcı falan mı kullanıyorsun sen?” Annem şaşkın şaşkın baktı…
Ben ise ne yazık ki tembelin tekiyim. Garfield yasalarını izlerim. En gönülden bağlı olduğum yasa: “Oturma olanağın varsa ayakta durma, yatman mümkünse oturma” yasasıdır.
Gerektiği anlarda “Höt!” deme
Annem, çocuklarıyla oldukça ilgili bir anne olmasına karşılık asla ödün veremeyeceği şeyler vardı. Bunlardan birisi, gerçekten kendisine ayırdığı zamandan fedakarlık etmemek. Bu, altıncı madde ile ters düşüyor gibi görünebilir ama değil. Mesela annem çok sevdiği arkadaşıyla kahve içiyor diyelim, ben de ayağının dibinde bıdı bıdı yapıyorum. Ya da “Annevvv, yeşil pantolonum yoook” diye böğürüyorum. Ne kadar çabalarsam çabalayım, annemi o andan koparmak mümkün değildir. Eğer uzatırsam, “Kahvemi içiyoruuuğğmmmm, düş yakamdan” diye bir anda canavara dönüşebilir.
Geçenlerde, ödev yaparken Rüzgar küçük çapta bir sinir krizi geçirmeme sebep oldu ve sinirlenip kolunu hafifçe sıktım. Arkasından ağlaya ağlaya annemi aradım. Annem gayet soğukkanlı bir tavırla dinledi ve şöyle dedi “Size attığım hiç bir terlikten pişman değilim”:)
Saça-Başa düşkünlük
Üçlü by-pass ameliyatından önce tekerlekli sandalyeyle kuaföre giden kaç kişi tanıyorsunuz? İşte onlardan biri annem. Eğer saçı kötü olursa kendini kötü hissedermiş, dolayısıyla iyileşemezmiş. Bunu öğrenen hemşire tarafından azarlanan annem ameliyat ertelenince bir sonraki tarihte hademeye rüşvet verdi ve yine soluğu hastane kuaföründe aldı.
Beni haftalar sonra gördüğünde önce sıkıca sarılır sonra da hemen dip boyam gelmiş mi diye bakar. Arkasından kilo almış mıyım diye kalçalarımı inceler. Her seferinde de, yüzüne vurduğumda öyle bir şey yapmadığını iddia eder (Bakınız madde 2)
Sözün özü: Ne kadar yırtınsak da, seminerlerde sayfalarca notlar alsak da, kitapları yalayıp yutsak da, bence fazla paralanmayalım. Eninde sonunda annemize dönüşüyoruz;) Sizde de vardır böyle izler, değil mi?
Aslında özellikle yapmadım ama denk düştü, bu da benim bu seneki anneler günü yazım olsun.
Mükemmel olan, ol(a)mayan ama kalbi sevgiyle dolu, yanımızda, uzağımızda, içimizde, cennette; Tüm annelerin günü kutlu olsun. “Böyle günler çok hede hödö” polemiklerine girmiyorum bu sefer; sevdiğimize sımsıkı sarılmak, onu sevdiğimizi, anladığımızı söylemek, gerekiyorsa özür dilemek, bir telefon etmek, aramızda değilse anmak için vesile oluyorsa ne mutlu. Ama bana mikserle, tencereyle gelen olursa da kalbini kırarım;)
Reblogged this on Bir Damla Mürekkebin Düşmüş Çalışma Masama.
.
Gecenin bu saatinde çok eğlendirdi bu yazı beni 🙂 hele ki Garfield yasalarında kahkaha attım.
Annelerimizi Allah başımızdan eksik etmesin. Annenize de selamlar sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Kendisiyle tanışmak isterdim doğrusu.
Amin… Teşekkür ederiz 🙂 Hayat bu, bakarsınız tanışırız bir gün 😉
Ben anneme benziyorum gitgide,hatta saçlarım aynı onun gibi kısacık,henuz cesaret edip onun gibi harika kırlasmıs beyaz saçlarım yok,ama enınde sonunda olacak.Haaa bir de bir yerden cıkarken sırtıma montumu ya da ceketimi alıyorum,tıpkı annem gibi:))
Harika kırlaşmış saçlar benim de fantezim ama o imaja bürünürsem kocam kesin boşar 🙂